İnsan, fazlalıklarının ağırlığıyla çöker. Gülmeyi abartan, ciddiyetin kapısından içeri giremez. Konuşmayı ölçüsüzleştiren, hikmetin nehrinden bir damla dahi içemez. Yemeye esir olan, secdede açılan sırra misafir olamaz. Mizahı ayartıya dönüştüren, zarafeti kaba bir gölgeyle örter. Ve dünya sevgisine tutunan, ebedî olanın kokusunu dahi alamaz.
Modern insan, eşyayla kuşatılmış bir fazlalıklar medeniyetinin çocuğudur. Gülüşü taklittir, sözü gürültüdür, sofrası aşırı, mizahı bayağı, sevgisi ise hesaplıdır. İşte bu yüzden, ruhu kabalaşır, sözü ciddiyetini yitirir, yaşamı şekilciliğe mahkûm olur.
Fazla gülmeyi terk edene heybet verilir. Çünkü yüzündeki tebessüm, hafifliğin değil, sükûnetin aynası olur. Heybet, bir asalet meselesidir; gürültüsüz, gösterişsiz, ama sarsıcı bir duruştur. Gülerken değil, sustuğunda titretir insanı.
Fazla konuşmayı terk edene hikmet verilir. Dilin çokluğu, aklın eksikliğidir çoğu zaman. Susmak; birikimin, içsel derinliğin, kelimelere ihtiyaç duymayan bir halin adıdır. Sözün kemâli, azlığındadır. Ve hikmet, ancak suskun gönüllere misafir olur.
Fazla yemeği terk edene ibadetin lezzeti verilir. Zira beden tokken, ruh uykudadır. Açlık, yalnızca mideyi değil, gönlü de arındırır. İbadet, bir yöneliştir; yorgun bedenin değil, hafif ruhun işidir. Çok yiyenin gözkapakları ağır, kalbi karışık olur.
Mizahı terk edene zarafet verilir. Mizah; hakikatin çıplaklığına katlanamayanların maskesidir kimi zaman. Zarafet ise, kelimelerin bile edebe büründüğü, bakışların bile incelikle süzüldüğü bir yüksek dildir. Gülmek değil, gülümsemek zarafetin şanındandır.
Dünya sevgisini terk edene ahiret sevgisi serilir. Dünya, gönüle sığarsa ifsat eder; elde durursa imtihandır. Gönlüyle dünyaya tapanın ebediyetle bağı kopar. Ama terk eden, yani gerçek mânâda vazgeçen, asıl vatanının kokusunu almaya başlar.
Cemiyetin bütün krizleri, fazlalıkların içinde boğulmasından ileri gelir. Konuşmanın yerine suskunluğu, gülmenin yerine vakar dolu bakışı, yemenin yerine tefekkürü, mizahın yerine edebi, dünyanın yerine ahireti koymadıkça insan ne kendini tanır, ne Rabbinin huzuruna varabilir.
İnsan, eksilerek çoğalır. Terk ettikçe yüklerinden, ulaşır kendine. Susarak duyar, susuz kalarak doyar, yüz çevirdikçe görmeye başlar.
Cemil Meriç’in dediği gibi:
"Gerçek, çileyle yoğrulmuş bir sessizliktir."
Ve o sessizlikte, insan kendi hakikatine yürür...